28 Temmuz 2007 Cumartesi

Gökkuşağının renkleri...


Ben;
Çok eskilerde bir hayatın gölgesindeydim. Yaşım 14 'tü. Renkler gökkuşağıydı ve ben o renklerin içindeydim. Sonra renklerim yavaş yavaş anlamını yitirmeye başladı. Ne olduğunu anlamamıştım. Bir tek gökyüzündeki derin maviliğim kaldı şimdi. Arada bir beni seyreden gökyüzüne derin derin dalarım.Nerde gökkuşağım diye; sessizliğini gecedeki yıldızlarıyla bana iletir. Ben de ona…

Şimdilerde ne gecenin sessizliği ne de gökkuşağının o güzel renkleri kaldı...Ben ömrümün sonuna kadar beklesemde bir daha gelmeyecekti o güzellikler, o renkler...Artık hayat kararmıştı sanki benim için.Her zaman bir umut vardır diye bekledim ama o umutta kayboldu.
Hayat anlamını yitirince, herşey yalan olunca, ne kaldı geriye sadece karanlık...

From:Yagmurzamani94

Resimler (Pictures)






HAYATIM DEĞİŞTİ...

Paylaşmak ve düşünmek için...
Artık eskisi gibi her haftasonu birileri ile dışarı çıkmak istemiyorum. Beni yoran ilişkiler, yeni tanışmalar, yeni yüzler aramıyorum. Eski dostlukların da özetini çıkarmaya başladım. İlişkilerde tasarrufa gidiyorsun her şeyde olduğu gibi ve gereksiz insanları hayatından atmak istiyorsun.
Yapmacık, inanmadan konuşmak istemiyorum artık. Beni anlamayanlarla konuşmak cümle kirliliği yaratıyor ve hak edenlere saklıyorum enerjimi. İstediğime istediğimi deme özgürlüğüne sahibim, eleştirme hakkını oluşturan yaşamışlık ve yeterli yaş faktörü artık bende de var.
Ben demiştim sendromunda olanlarla arkadaşlıkları bir kez daha sorguluyorsun. İlişkilerini sadeleştirmeye başlayınca sıra iyi ve kötü gün dostlarını ayıklamaya geliyor. Kötü gün dostlarını belirliyor ve onlara daha çok önem veriyorsun. İyi gün dostu bulmak ne kadar kolaysa kötü gün dostu bulmak bir o kadar zor, biliyorum. Dostlar Ihtiyaç olduğunda göçmen kuşlar gibi sıcağa uçuyor ve sadece seninle birlikte sürüden ayrı düşenler kalıyor.
Zamanın ne kadar kıymetli olduğunu öğreniyorsun buralara kadar gelirken. Uzun düz otobanlardan olduğu gibi, kestirme bozuk yollardan da ulaşabilirsin hedeflerine. Kestirmeleri de öğrendim gide gele. Boş geçen her saniye değerli artık. Daha yapılacak çok şey var ama çokta yorulmaktan kendimi çok ta hırpalamaktan yana değilim. Gerektiğinde hayır demeyi öğrendim ve bu kelime başta karşındakine kırıcı gelse de senin için hayat kurtarıcı olabiliyor. Sevgiye önem vermek gerektiğini, zamanı geldiğinde elinde sadece sevginin kalacağını biliyorum. Sevgi paylaştıkça oluşuyor, olgunlaşıyor. Aileme ve seçtiğim tüm dostlarıma daha önce göstermediğim sevgi ve ilgiyi gösteriyorum.
Biliyorsun ki gidenlerin ardında sadece iyilikler kalıyor, ne kadar sevgi dolu olduğu hatırlanıp anılıyor. Bana çok genç olduklarını hatırlatırcasına nedense tecrübelerimi, fikirlerimi sormaya başladılar. Vereceğim cevaplar belki çok anlamsız geliyor ama yine de dinliyorlar ama ben biliyorum ki yaşamadan hiçbir şey öğrenilmiyor. Yaşamışlığın oluşturduğu bir alçakgönüllülükle gülüyorum içimden sadece.
Artık daha şık giyiniyorum, senelerle birikmiş dolaplar dolusu kıyafet var ve bunları kendimle paylaşmalıyım . Önce kendine güzel görünmelisin, kendi zevkime göre giyinmek istiyorum, böyle hissediyorum.
Niçin yaşadığımı,amacımın ne olduğunu biliyorum ;ve zamanın beni kullanmasına izin vermeyerek ben onu kullanıyorum.Herkese huzurlu,mutlu ve bilinçli günler dileklerimle...

DUDAKLA BARDAK ARASI...

Eski Sisam krallarından Ancee adında bir zalim, yeni yaptırdığı bir bağa üzüm kütükleri diktiriyormuş. İşlerin bir an önce bitmesini sağlamak için de kölelerini hiç dinlenmeden çalıştırıyormuş. O zavallı kölelerden biri, birgün pek bitkin düştüğü için dayanamaz ve zalim krala:
- Niçin bu kadar acele ediyorsunuz efendim? Siz bu bağın üzümlerinden yapılacak şarabı hiçbir zaman içemeyeceksiniz ki !.. deyivermiş.
Kral biraz kızmışsa da sesini çıkarmamış. Nihayet gün gelip üzümler yetiştikten sonra, kral köleler de dâhil herkesin hemen toplanmasını emretmiş. Bir müddet sonra da o bağın üzümlerinden yapılmış şaraptan bir bardak getirilmesini emretmiş. Daha önce kehanet gösterisinde bulunan köleyi de huzuruna çağırtmış. Şarap bardağını eline alarak:
- Söyle bakayım, benim bu şaraptan hiçbir zaman içemeyeceğimi tekrar iddia edebilir misin? diye sormuş.
Köle şöyle cevap vermiş:
- Belli olmaz efendim. İçebileceğinizi söyleyemem. Çünkü dudak ile bardak arasındaki mesafe çok uzundur. O arada başınıza neler gelebileceğini de bilemem!
Köle sözlerini bitirir bitirmez, içeri kralın adamlarından biri girmiş. Bir yaban domuzunun bahçeye girdiğini ve asmaları kırıp döktüğünü söylemiş. Kral elindeki bardaktan bir damla dahi içmeden hemen dışarı fırlamış. Bahçede domuzun bulunduğu yere koşmuş. Kral ve domuz arasında öldüresiye bir mücadele başlamış. Sonunda yaban domuzu mızrak gibi azı dişleriyle, Sisam kralının karnını yarıp ölümüne sebep olmuş. Kral bostanda, bardak masada kalmış... Şu söz bu olayı güzel bir şekilde ifade ediyor:
"Nasip ise gelir Hint'ten Yemen'den, Nasip değil ise ne gelir elden?"
Kalbinize yakın bulduklarınızı çantada keklik sanmayın. Sıkıca asılın onlara tıpkı hayata asıldığınız gibi... Çünkü onlarsız hayat da anlamsızdır.. Hayatı çok hızlı koşmayın, nereden geldiğinizi ve nereye gittiğinizi unutmayın. Hayatın bir yarış değil, her saniyesinin tadı çıkarılması gereken güzel bir yolculuk olduğunu aklınızdan çıkarmayın. Dün tarih oldu... Yarın bir sır... Bugünün kıymetini bilin. Sevgiyle Kalın .... Can DÜNDAR

22 Temmuz 2007 Pazar

EN GÜZEL MANZARALAR (THE BEST VİEWS)
















FROM:CARLOS...THANK YOU CARLOS:)))

10 Temmuz 2007 Salı

Sevgilim Bugün Gelme...



Romantizm ve realizm akımları arasındaki geçiş döneminde siyasal şiirin öncüsü olan Alman şair Heinrich Heine bu romanda kendisini anlatıyor.
Çok hastaydı Heine...Sekiz yıldır yatıyordu.Tutmuyordu artık bacakları.Sol gözünü çoktan yitirmişti.Sağ gözüyle görebilmesi için ise sürekli kendiliğinden kapanan göz kapağını kaldırması gerekiyordu.Ne yazık ki bunu da her zaman kendi başına yapamıyordu.Yakalandığı omurilik veremi engelliyordu hareket etmesini.Hiç beklemediği bir anda bedenine saplanan ve onu nefessiz bırakan sancılarını geçirdiği sinir krizleri izliyordu.

Heine bir yaz akşamı yürüyüşe çıktığı Paris caddelerinden birinde tanışmıştı karısıyla.Bir ayakkabı mağazasının önünde sırtını kapıya yaslamış olan satıcı kız Mathilde ona gülümsediği anda aşık olmuşlardı birbirlerine...O gün o mağazanın kapısına yaslanmış 19 yaşındaki genç kızla,37'sindeki iyi giyimli,yakışıklı ve ünlü erkeği birbirine yakıştırmayıp,ilişkilerinin çok kısa süreceğini söyleyenler ne kadar yanılacaklarını yıllar sonra anlayacaklardı.
Derin bir aşkla bağlıydı Mathilde'ye...Onun son derece temiz,dürüst ve iyi yürekli biri olduğunu anlatıyordu herkese.Aslında Mathilde ona göre bir çocuktu.Fakat zarif bir kadın değildi Mathilde.Olmayacaktı da.Ve Heine bunun farkındaydı.Bu durumun onurlu ve kültürlü bir insan için ne kadar acı çektiren bir alın yazısı olduğunu düşünüyordu.Doğru dürüst okuma yazması bile yoktu Mathilde'nin.Heine bu yüzden onu insan içine çıkarmaya utanıyor,eve davet etmekten özenle kaçındığı doslarıyla buluşmaya da hep yalnız başına gidiyordu.

Aslında başkaları fark etmedikçe onun bu eksikliklerini pek de önemsemiyordu.Mathilde vefalı ve sadık bir kadındı.

Yatalak şairin son aylarını aşık ve mutlu geçirmesini sağlayan,ona en iyi şiirlerini yazdıran ziyaretçi Mathilde değildi;bu kız Elise Krienitz'di.Elise'de yazılar yazıp Heine'ye gösteriyordu.Elise ,Heine'nin son mektubunu 1856'nın 14 Şubatı'nda aldı.

"Sevgilim, bugün gelme;korkunç bir migren ağrısı çekiyorum.Yarın gel."dedi.Biricik Elisa'sı bir gün sonra yanına gittiğinde ona öfkeyle şöyle söyledi:

"Sonunda gelebildin!"Yüzü iyice solmuş,dudaklarının rengi kaçmıştı...
Son derece hüzünlü görünüyordu.Küçük sevgilisini yanına çağırıp yüzünü,şapkasının kurdelasını okşadı.Küçük, odadan çıkarken seslendi arkasından:"Yarın bekliyorum unutma!.."

Yanına kimseyi sokmadılar ertesi gün...17 Şubat günü küçücük bir çocuğunkini andıran bedeni artık cansızdı.59 yıllık hayatı sona ermişti...

Soğuk ve gri bir Şubat günü Montmartre Mezarlığına götürdüler onu.100 kişiyi geçmeyen kalabalığın arasında Paris'te yaşayan Almanlar,Fransız yazarlar ve gazeteciler vardı.Vasiyetine uyuldu Heine'nin...Ne konuşma yapıldı, ne de dua okundu...Cenaze töreni bittikten sonra kalabalık Montmartre'a geldiği gibi sessizce dağıldı.


















9 Temmuz 2007 Pazartesi

İsmimi Terk Ederim...

Polisiye romana felsefi bir boyut katan,Amerikalı gerilim yazarı Patricia Highsmith'in Ripley dizisinin baş karakteri Tom,gizemli,zeki,utangaç ve psikopat bir anti kahraman.

Cebimdeki kimliğim...Herşeyin sorumlusu o.İsmim beni belirliyor.Herkes öncelikle adımı,sonra işimi,son olarak da yaşımı öğrenmek istiyor.Kimse "En büyük korkun ne?"diye sormuyor.O zaman onlara deniz derdim.Yüzmeyi bilmiyorum.
Tom Ripley sıradan bir isim.Bir işe yaramayan,korkularla dolu,tanımadığı ortamlarda terleyen,konuşmayı sevmeyen,rahatlamasına alkolun yetmediği,zavallı bir adamım.Zayıf sesimden bile bir bayağılık,inançsızlık,yeteneksizlik akıyor.Kralın soytarısı olabilirim.
Sokağa çıktığınızda asla fark etmeyeceğiniz bir türüm.Küllü sarı saçlarım kaşlarımı kapatıyor,ifadelerimi saklamak için iyi bir seçim.Gözlerim mavi,denizlere ya da gökyüzüne benzemeyen,puslu bir rengi var.Dik yürüdüğümde 1.82 boyum var ama ben kambur yürürüm,insanları adımlarından tanıma alışkanlığını böyle edindim.Konuştuklarımın gözünün içine bakmayı sevmediğimden seslere ve hareketlere karşı duyarlıyım.Tanıştığımıza memnun oldum.
Kurallar,yasalar ve ahlak anlayışı...Hepsi insanları mutsuzluğa sürüklemek için yazılmış safsatalar.Umursamıyorum.İş bulamadığım için vergi kaçakçılığı yapıyorum,ailemden nefret ediyorum ve sayılı arkadaşlarımdan para sızdırıyorum.Belki bütün bunlar beni iyi bir insan yapmıyor ama kendileri olmaya korkan salaklardan daha asilim.Ben kimsem oyum.Adım ya da karakterim değil.Hafif yaşıyorum ;fazla eşyam yok.
Görüntüm konusunda çok şanslı değilim.Nerede durması gerektiğini bilmeyen ellerim,bakmaya utanan gözbebeklerim,yavaş hareket eden bacaklarım var.İyi bir model,yeterince deneme ve kusursuz azimle başkası olabileceğime eminim.
Hayatın süprizlerine yedi gün ,yirmi dört saat açığım.Fırsatlar beni her zaman çekici buluyor.Ne kadar da şanslıyım!
İş aramam; işler bana gelir.Bugünkü de onlardan biri.Barda yanımda gördüğünüz adamla ben de az önce tanıştım.Bardağımızdakiler viski damlaları.O yüzden biraz sarhoş görünebilirim.Adam,kendisine Mr.Greenleaf diyelim,İtalya'da kaybolan oğlunu geri getirmemi istiyor.Çaresizliğin yapabileceklerinin sonu yok.Birinci sınıf biletler,en iyi valizler,süit daireler...Yepyeni bir yaşam benimle flört ediyor.Hoşça kal Amerika,zaten seni pek sevmemiştim.
....

Demiştim size kimlikler yanıltıcıdır.Kalbim,bedenim,hatta cesaretim...Doğmayı seçmektense ölmeyi tercih ederim.Ve durmadan ismimi terk ederim.

5 Temmuz 2007 Perşembe

Güzel Türkiyem'den Gökova Körfezi...
















3 Temmuz 2007 Salı

İçimden Bunlar Geliyor...


Koşmak ;hiç yorulmayacakmışcasına
Konuşmak ;hiç susmayacakmışcasına
Anlatmak hiç olmayacak olayları bir başkasına,
Gitmek ;çok uzaklara geri dönmeyecekmişcesine...
Gezmek ;hiç görmediğim yerleri,
Görmek ;hiç tanımadığım yüzleri,
Susmak ve duymamak söylenen sözleri...
Yaşamak doyasıya ,
Araştırmak bıkmayacakmışcasına,
Bulmak soruların tüm cevaplarını en sonunda...

Yüzleşme...

Hiç kimseyi sevemem
Sevgi dürüst olmadıkça
Hiç kimseyi öpemem
Kimse içten öpmedikçe
Hiç kimseye gülemem
Kimse bana gülmedikçe
Hiç kimseye vuramam
Kimse bana vurmadıkça
Sebepsiz yere söylediğim
Tüm yalanlar aklımda
Hiç istemeden kırdığım
Tüm insanlar karşımda
Hiç kimseye bakamam
Gözler yalan söyledikçe
Hiç kimseyi aldatmam
Çılgın sözler duymadıkça
Hiç kimseye inanmam
Ruhum kabul etmedikçe
Korkularım saklı şimdi kimse beni sormayınca
Tüm aşklarım solgun şimdi geçmiş beni anmayınca